Milli İstihbarat Akademisi Başkanı Prof. Dr. Talha Köse, Münih Konferansı ve akabindeki gelişmeler ışığında Transatlantik ittifakındaki çatırdamaları AA Analiz için değerlendirdi.
Münih Güvenlik Konferansı, 1963 yılından bu yana gerçekleştirilen ve Transatlantik güvenlik gündeminin önemli aktörleri tarafından tartışıldığı bir platform niteliği taşımaktadır. Her sene yayımlanan Münih Güvenlik Raporu, küresel siyaset, ekonomi ve toplumsal gelişmelere dair bilgiler sunarak bu konulardaki gelişmeleri takip edenler için önemli bir kaynak oluşturur. Rapor, uluslararası güvenlik dinamiklerini şekillendiren bir parametre olarak da değerlendirilmektedir.
Konferans, Batı dünyasındaki muhalefetin önemli temsilcilerinin bir araya geldiği bir istişare zeminidir. Transatlantik güvenliğinin ana temaları, dinamikleri, küresel ekonomi ve risk alanları gibi meseleler bu toplantılarda ele alınmaktadır. Bu yılki etkinliğe, Türkiye’den Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Başkanı İbrahim Kalın gibi üst düzey isimler katıldı.
– ÇOK KUTUPLULAŞMA NE VADEDİYOR?
Münih Güvenlik Raporu, bu yıl “Çok kutuplulaşma” temasına odaklanmıştır. Rapor, çeşitli devletlerin bölgesel ve küresel alanda rekabet haline girmesi neticesinde, uluslararası düzenin tek kutuplu yapıdan çok kutuplu ve belirsiz bir yapıya doğru evrildiğini vurgulamaktadır. Bu değişimde, yeni aktörlerin talep ve beklentilerinin önemli bir rolü olduğu ifade edilmektedir.
Rapor, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi aktörlerin bu geçiş sürecinde etkinliklerini arttırdıklarını belirtmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, BAE ve Endonezya gibi ülkeler, mevcut boşlukları değerlendirerek etki alanlarını genişletme çabasındadırlar.
Çok kutupluluğun en fazla etkileyeceği aktörler arasında ise köklü düzenin savunucuları yer almaktadır. Avrupa Birliği, Japonya ve Güney Kore gibi Batı’nın güvenlik mimarisine katkıda bulunan ülkeler, mevcut durumun değişmesinden endişe duyan statüko savunucuları olarak nitelendirilmektedir. Avrupa’da yükselen aşırı sağ da bu denklemde yeni bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yılki konferansta, Transatlantik aktörlerin yeni oyunculara karşı ne gibi önlemler alacağı ve değişime nasıl adapte olacağı ele alınması bekleniyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde, konferansa katılan Batılı liderler arasında tartışma ve görüş ayrılıkları ön planda oldu. Batı İttifakında demokrasi ve özgürlüklerin korunması önemli bir mesele haline gelirken, bunun maliyetinin de yüksek olduğu vurgulandı. Trump yönetimi, liberal uluslararası düzenin savunulmasındaki mali yükümlülüklerini üstlenmek istemediğini açıkça belirtti. Washington, artık Avrupa’nın güvenliğini sağlamaya yönelik istekli olmadığını ve bu yükümlülüklerin bedelinin yüksek olduğunu ifade etti.
– ABD-AVRUPA AYRIŞMASI
Trump yönetiminin söylemleri, özellikle Avrupalı politikacılar arasında derin bir etki yarattı zira Avrupa güvenliği tarihsel olarak büyük ölçüde ABD ve NATO tarafından sağlanıyordu. Bu durumun sürdürülemez hale geldiği ve mevcut yönetimlerin bu durumu devam ettirmek istemediği dile getirildi. NATO Savunma Bakanları toplantısında, Amerikan Savunma Bakanı Pete Hegseth, “Değerler hakkında dilediğimiz kadar konuşabiliriz. Fakat değerlerle savaşı kazanmak mümkün değil.” diyerek sert gücün önemine dikkat çekti. Birçok Amerikalı politikacı, Avrupa’nın savunma bütçelerini artırması gerektiğini savunmuşlardır. Bu bağlamda, Washington’un artık Avrupa’nın güvenliği konusunda isteksiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun sonuçları, yalnızca güvenlik alanında değil, aynı zamanda uluslararası ticaret üzerinde de etkili olacağı öngörülmektedir.
Konferansa damgasını vuran bir diğer nokta ise ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in Avrupa’nın güvenliği açısından en büyük tehdidin kendinden kaynaklandığını ifade etmesidir. Vance, Avrupa’da demokrasinin ciddi bir açık içinde olduğunu, alternatif bakış açılarına baskı uygulandığını belirtmiştir. Bu yorumlar, Avrupa’daki uzmanlar ve politikacıları derinden etkileyerek bir şok yaratmıştır.
Vance’in eleştirisi, yalnızca ABD’nin Avrupa güvenlik maliyetlerini üstlenmeme istekliliğinin değil, aynı zamanda Transatlantik ilişkilerin temelini oluşturan değerlere yönelik derin bir sorgulamayı da içermektedir. Bu durum, Avrupa güvenliğinin temellinin yıllardır sürdürülen yapıların yapısal olarak sarsılmasına yol açmıştır. Transatlantik ortakların fikir ayrılıkları ve çıkar çatışmaları çözülebilir. Ancak bu çatışmanın temelini oluşturan değerler sorgulandığında, ittifakın temelleri sarsılmaktadır.
-MÜNİH VE SONRASINDA YAŞANAN DEPREMİN ARTÇI ETKİLERİ
Trump yönetimi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali konusunda Avrupa’yı suçlarken, bu durum Avrupalılarda öfke ve hayal kırıklığı yaratarak güven kaybına neden olmuştur. Bu gelişmeler, Avrupa’nın güvenliğini Washington’a emanet etme konusundaki güvensizliği tetiklemiştir. Trump yönetiminin, küresel siyasette ve Avrupa güvenliği konularında seçici bir yaklaşım benimseyeceği giderek belirginleşmektedir.
Washington’ın yeni söyleminin ilk örneği Ukrayna meselesinde görüldü. Trump yönetimi, Rusya ile müzakerelere dair somut adımlar atmaya başladı ve bu bağlamda iki ülkenin Dışişleri Bakanları 18 Şubat’ta Suudi Arabistan’da bir araya geldi. Aynı dönemde, Ukrayna’nın suçlamalarını artıran Trump, Avrupa’daki önemli aktörlerin acil toplanmasına neden oldu. Avrupalı yetkililer, bu durumu Transatlantik ittifakın çöküşü olarak değerlendirmeye başladı.
Dünya siyasetinde yaşanan değişim ve meydan okumalar üzerine bir araya gelen liderler, bu ittifakın yavaş yavaş dağılmakta olduğunu gözlemlediler. Münih ve sonrasında yaşananların etkileri, Avrupa’nın başkentlerinde hissedilmeye devam edecektir. Avrupa, ne çok kutuplulaşmaya ne de Amerikasız bir güvenlik mimarisine hazır görünmektedir. Avrupa’nın stratejik otonomisi, yıllardır üzerinde tartışılan bir konu olmasının yanı sıra, 2022’de yayımlanan Avrupa Stratejik Pusulası da bu çaba kapsamında önemli bir adımdır. Ancak bu önerileri hayata geçirme konusunda yeterli ilerleme kaydedilmediği de ortada. Trump yönetiminin, Avrupa’yı hazırlıksız yakalayan ilk adımları ve vermiş olduğu mesajlar, bu durumu ortaya koymaktadır.
Tüm bu gelişmelerin, Türkiye açısından da önemli yansımaları olacaktır. Yaklaşık on yıldır NATO müttefikleri tarafından beklenen güvenlik yardımlarını alamayan Türkiye, savunma sanayiindeki gelişmelerle Transatlantik ittifak içindeki aksamalara hazırlıklı bir yapıdadır. Türkiye’nin askeri kapasitesi, NATO’nun diğer üyeleriyle kıyaslandığında oldukça güçlüdür.
Ancak, küresel ve bölgesel meydan okumalarla başa çıkabilmek için yeni güvenlik düzenlemeleri ve işbirlikleri gereklidir. Transatlantik güvenlik ittifakında yaşanan değişiklik, ikili ve çok taraflı işbirliklerini zorunlu kılacaktır. Buradan hareketle, Ukrayna-Rusya geriliminin nasıl sonuçlanacağı, yeni Avrupa güvenlik mimarisi açısından belirleyici bir unsur olacaktır. Avrupa devletleri, gerçek oyun kurucu aktörler haline gelme niyetindeyse bu kriz sırasında ABD’nin tutumundan bağımsız olarak inisiyatif almalıdır. Önümüzdeki süreçte bu hassas durumun ilk yansımalarını gözlemleme fırsatı bulacağız ancak yeni sistemin oturması yıllar alacak gibi görünmektedir.
[Prof. Dr. Talha Köse, Milli İstihbarat Akademisi Başkanıdır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.